SOSYAL ŞİRKİN PANZEHİRİ: TEVHİD VE VAHDET ![]() 2016 Yılı Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde, sosyal şirk ile mücadele adına fevkalade isabetli bir konu seçilmiştir: “Tevhid ve Vahdet: Gelin Birlik Olalım”. Bu konunun seçiminde emeği geçenlere teşekkür ediyor ve bütün Diyanet camiamızın bu vesileyle bir nebze de olsa içinde bulunduğumuz karanlık ortamı aydınlatma çabası içerisine girmesini hatta bir seferberlik ruhuyla çalışmasını canı gönülden arzu ediyorum. Zira Hz. Peygamberin öğretisini hem inanç hem de pratik hayattaki tezahürleri bakımından nihai olarak ‘tevhid’e irca etmek mümkündür. Kardeşlik düşüncesinin çıkış noktası da burasıdır. Allah’ı birlemeye ve O’ndan başka ilah kabul etmemeye tevhit denir. Tevhidin zıddı ise, hakikati parçalamak demek olan şirktir. İtikatla ilgili olan tevhit ilkesinin sosyal karşılığı ise birlik-beraberliktir, vahdettir. Toplumun birlik ve dirliğini parçalayan tefrikaya da ‘sosyal şirk’ demek mümkündür. İşte Allah Resulü (sav), inanç alanındaki şirkin kaldırılması için imanı, sosyal sahadaki şirkin yok edilmesi için de kardeşliği yerleştirmeye çalışmıştır. Kardeşlik ise, Kur’an’ın ifadesiyle “Teâruf” ile yani tanış olmak ile başlar. Bilmekten ve bilişmekten farklı bir şeydir tanışmak! Nitekim bilmenin zıddı cehalet, tanımanın ve tanışmanın zıddı ise inkârdır.i. Yani tanışmanın temelinde, farklılıkları kabul vardır. Teâruf/tanışmak kelimesiyle, hatayı kabul edip dile getirmenin adı olan itiraf, Adem ile Havva’nın buluşma yeri Arafât, aklen ve şeran güzel olan her şeye denilen maruf, güzel kokunun ismi olan arf köküne dayanır. Kısacası tanışmak, mahza güzelliktir.ii. Bir rahmi paylaşanlar nasıl “biyolojik kardeş” olmuşsa; ilâhî rahmetin akıl sır ermez ‘rahmini’ paylaşanlar da “ontolojik kardeş” olmuşlardır. Nitekim Allah Resulü (sav), Mekke’nin fethi günü müezzinlik yapan Hz. Bilal’in siyah tenli ve düşük sosyal statülü oluşuna dair yapılan ileri geri konuşmaları işitmiş ve yukarıda geçen ayete atıf yaparak okuduğu hutbesinde, bu kardeşliğe dikkat çekmiştir: “Ey İnsanlar! Allah, cahiliye döneminin her türlü övüncünü ve geçmişiyle tekebbürünü kesinlikle ortadan kaldırmıştır. Artık bundan sonra şunu iyi bilin ki, yalnızca iki sınıf insan vardır: Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket ettiği için Allah katında değerli olan iyi insan; sorumsuz davranıp üstünlük tasladığı için Allah’ın aşağılık saydığı kötü insan. Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır ve Allah Âdem’i de topraktan yaratmıştıriii.” Hucurât suresindeki ayetin nüzul sebepleri arasında Hz. Peygamberin (sav), ‘Ey beyaz tenliler! Hürriyetine yeni kavuşmuş olan şu siyahî Ebû Hind adındaki genci kızlarınızdan biriyle evlendirin’ buyurması, fakat insanların ‘Ey Allah’ın Elçisi! Kızlarımızı, kölelerimizle mi evlendireceğiz?’ şeklindeki itirazları da nakledilir.iv. Veda Haccı sırasında Hz. Peygamber şu sözleriyle tüm insanlığın kardeşliğini son kez ilan eder: “Ey insanlar! Dikkat edin, Rabbiniz birdir, babalarınız da birdir. Takva dışında, hiçbir Arab’ın Arap olmayana ve hiçbir Arap olmayanın da hiçbir Arab’a, siyah renkte olanın hiçbir beyaz renkte olana, beyaz renkte olanın da hiçbir siyah renkte olana üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, Allah'a olan sorumluluğunu en iyi yerine getireninizdir.v” Hz. Peygamber, farklılıkların kardeşlik ekseninde bir arada barış içerisinde yaşamasını sadece söylemekle kalmamış, bizzat pratik hayatta da uygulamıştır. Medine’ye hicretin ilk yıllarında Hz. Peygamber, şehirde yaşayan Müslümanlar ile putperest Araplar ve Yahudilerle müzakere ve istişare yapmak suretiyle hazırladığı anayasayla.vi, farklı dinlere ve etnik kökenlere mensup insanları siyasî bir çatı altında birlikte yaşamalarını temin etmiştir. Kırk yedi maddeden oluşan bu sözleşmenin ilk yarısı Müslümanlarla, diğer yarısı ise gayr-i Müslim unsurlarla ilgilidir. Çünkü dönemin Medine’si, Müslümanlar, Hristiyan ve putperest Araplar ile Yahudilerden oluşmaktaydı. Yani hem dini hem de etnik bir çoğulculuk söz konusuydu. Üstelik kabileler arasında kan davaları ve diğer anlaşmazlıklar sebebiyle sürekli bir gerginlik ve çatışma ortamı mevcuttu. Müslümanların sayısı Medine nüfusunun yedide biri kadar olmasına rağmenvii, Hz. Peygamberin kişisel hak ve özgürlükleri teminat altına alıcı ve adaleti eşit bir şekilde uygulayıcı niteliğini haiz tavrı, ‘vatandaşlık’ ortak paydasında bütün farklılıkları bir araya getirmeye yetmiştir. Bütün taraflarca kabul edilen bu anayasaya göre, “Mü’minler” ve “Müslümanlar” kendi aralarında “İslam Ümmeti”ni oluşturmaktadır. Gayr-i Müslim unsurlarla birlikte İslam Ümmetinin oluşturduğu çatının adı ise “Siyasî Ümmettir”, yani Medine devleti sınırları içerisinde yaşayan herkes bir tek ümmeti meydana getirir. Siyasî Ümmet, Müslim ve gayr-i Müslim unsurları birbirine “vatandaşlık” bağıyla bağlayan bir üst çatıdır ve burada temel esas “iman” değil, sözleşmeyi kabul etmek, yani vatandaşlıktır.viii. Sözleşmenin 16. ve 17. maddeleri, “Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramayacaklar, düşmanlarına yardım edilmeyecek ve böylece insani yardım ve eşitliğe hak kazanacaklardır” şeklinde farklı inanca mensup topluluklarla Müslümanların bir arada kardeşçe yaşamasını öngörmüştür. Bu anayasada, sayılarına bakılmaksızın farklı din ve kültürlerin teker teker adlarının zikredilmesi aynı zamanda, bir kişi bile olsa kimliklerin az ya da çok diye değerlendirilemeyeceğini ve bütün kimliklerin iyilik ve adalet ekseninde görülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Din ve inanç özgürlüğünü teminat altına alan 25. madde, haksızlık karşısında ister dini isterse etnik köken yönüyle yakınları olsa dahi bütün vatandaşların tek vücut halinde zulme karşı çıkmasını ortak tavır olarak belirleyen 13 ve 15. maddeler, dini ve etnik serbesti içerisinde çözülemeyen her anlaşmazlığın nihai çözüm mercii olarak merkezi otoriteyi gösteren 46 ve maddeler, farklılıkların birlikte barış içerisinde yaşaması için yapılan önemli düzenlemelerdiri.x.
Adına ister anayasa, ister vesika ve isterse sosyal sözleşme densin Hz. Peygamberin, Medine’de yaşayan farklı dini ve etnik unsurlarla istişare ve müzakere yapmak suretiyle, bireyleri birbirine ‘vatandaşlık’ bağıyla bağlı bir ‘Siyasî Ümmet’ oluşturması ve böylece farklılıkların barış içerisinde bir arada yaşayabilmesini mümkün kılan bir formülü hayata geçirmesi son derece önemlidir. Bu sözleşmeye ihanet etmedikleri sürece bütün farklılıklar Medine’de birlikte yaşamışlardır. Müslüman’ın, İslam nimeti ile şereflenemeyen diğer insanlarla ilişkisinin adalet, doğruluk ve dürüstlük, ahde vefa ve verilen sözleri tutmak gibi ahlaki esaslara dayandığını bu sözleşme gayet açık bir şekilde ortaya koyarx. Nitekim ayette de aynı vurgu söz konusudur. “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.xi.”
Medine sözleşmesinin kâğıt üstünde kalmadığının, bilakis yaşanılan hayatın her alanına sirayet ettiğinin en güzel örneklerinden birisini, komşuluk ilişkilerinde görmekteyiz. Komşuluk ilişkilerinde tek kıstas olarak yakınlık-uzaklık kabul edilmiş, din veya etnik farklılıklar katiyetle dikkate alınmamıştırxii. Nitekim komşulukla ilgili hadislerde câr kelimesi mutlak olarak kullanılmış, başka hiçbir koşul aranmadan iki komşudan kapısı daha yakın olan daima tercih edilmişxiii, sorumluluğu daha ağır olacağı endişesiyle sahabeden bazıları gayr-i Müslim komşularını öncelemiştir.xiv. Yani ahlaki erdemlerin sergilenmesi noktasında, muhatabın Müslüman veya kâfir olması arasında hiçbir fark gözetilmemiştir. Dolayısıyla farklı din ve kültürlerin bir arada barış içerisinde yaşamasının formülüdür İslam’ın kardeşlik anlayışı.
Diğer taraftan Müslümanların yaşadığı coğrafyaların genellikle savaşlar, iç çekişmeler, kavgalar, yoksulluklar, yolsuzluklar ve insan hakları ihlalleri gibi olumsuzluklarla anılmasını, tek başına dış faktörlere bağlamak hem kolaycılık olur hem de sorunların çözümünü zorlaştırır. İslam dünyasının hem ülkeler arasında hem de tek tek ülkelerin kendi içlerinde yaşadığı soğuklukların ve gerginliklerin tarihi ile Müslümanların Batılılaşma tarihinin paralellik arz etmesi tesadüf olmasa gerekir. Genelde İslam coğrafyasında ve özelde Anadolu topraklarında, Islahat Fermanı’na gelinceye kadar bugünküne benzer bir Sünni-Alevi gibi mezhepsel, Müslim-Gayr-i Müslim gibi dini, Türk-Kürt gibi etnik, kısaca ötekileştirme ve ötekileştirdiğine karşı duyulan tahammülsüzlük türü gerginliklerin yaşandığına pek şahit olunmamıştır. Bu durum esasen hem sorunların kaynağı hem de çözümü için bir işaret sayılmalıdır.
İster etnik temelli olsun isterse mezhep ya da dini kaynaklı olsun Müslüman toplumların karşılaştıkları problemlerde ilk çözüm modeli veya adresi olarak Batı’yı görüp Avrupa’daki ulusal azınlık sorunlarının ve çözüm süreçlerinin yakından takip edilmesi faydalı olabilir. Fakat örneğin Kürt sorununun çözümünde bir taraftan, sırf azınlık ve silahlı mücadele geçmişlerine bakıp İrlanda, İskoçya ve Katalan modelleri irdelenirken, diğer yandan da Hz. Peygamberin Hazrec-Evs barış planı, muâhât uygulaması ve Medine sözleşmesi gibi süreçlerle başlatıp bütün Müslümanlara teşmil ettiği ‘İslam Kardeşliği’ projesinin de incelenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Üstelik iç dinamikler bakımından, pek çok problem gibi, Kürt sorununun çözümünün de, Batı’nın azınlık anlayışından daha ziyade, Doğu’nun ‘Farklılıklar, Allah’ın korunması gereken ayetleridir’ anlayışına daha yakın olduğu aşikârdır. “Yiğit düştüğü yerden kalkar” sözündeki yiğidin düştüğü yerin, burası olduğu kanaatindeyiz.
Peygamberler tarihini aynı zamanda, Allah’ın insanlığın gidişatına müdahale ettiği süreçler olarak da okumak gerekir. Zira insanlığa dünya ve ahiret huzuru vadeden ve Allah katında tek geçerli din olan İslam’ın bu vadinin bilfiil yaşanılan hayata aktarılması, peygamberlerin önderliği ve örnekliğinde gerçekleşecektir. Hz. Muhammed (sav) aracılığıyla doğrudan vahiy indirmek suretiyle Allah son kez insanlığın gidişatına müdahale ederek, kıyamete kadar geçerliliğini sürdürecek olan model toplumu Medine’de oluşturmuştur (Bakara, 2/143). Yani insanlığın önünde, dünya ve ahiret saadetini yakalayabilecek kıratta bir toplum modeli vardır demektir. İnsanlığın, bizzat Allah’ın vahiyle müdahalesi ve kontrolü ile Elçisinin örnekliği ve rehberliğinde şekillenen o ‘model toplum’ tecrübesinden mutlaka yararlanması gerektiği inancındayız. Dolayısıyla tarihin sonunun, liberal, çoğulcu, katılımcı gibi, nitelikleri salt beşer tarafından belirlenen demokrasilerle değil, ancak Yüce Yaratıcının insanlığa doğrudan son müdahalesinin hamulesi olan ‘kardeşlik’ ile taçlandırılmış demokrasilerle olabileceğini düşünüyoruz. Tarihin kardeşlik eksenli demokrasilerle sonlandırılması amaçlanırsa, medeniyetlerin ittifakı da kolaylaşacaktır.
Bütün insanlığa rol model olarak sunulan Medine İslam Toplumunun en temel karakteristiğinin ‘kardeşlik’ olduğu hususunda şüphe yoktur. İşte bu kardeşliğin kapsamı, değeri, ahlaki dayanakları, hukuku, geliştirici unsurları ile engelleri gibi hususların bir bütün halinde ele alınmasının, günümüzdeki Müslümanların gerek kendi aralarında gerekse ötekilerle ilişkilerinde, güncellenebilir bir kardeşlik anlayışını geliştirmelerine yardımcı olabileceğini düşünüyoruz.
2016 Yılı Kutlu Doğum Haftası konu başlığı vesilesiyle ve konuya hazırlık yapacak arkadaşlarımıza yardımcı olmak maksadıyla Din Hizmetleri Ataşesi Dr. Yusuf Acar "Kardeşlik Ahlakı ve Sorumluluğu" kitabından siz değerli din gönüllüsü kardeşlerimi,z için derlediği yazı metni;
Selam ve dualarımla.. Dr. Yusuf Acar Din Hizmetleri Ataşesi, Hollanda Kaynakça: i Bkz. Bakara, 2/89; 16/Nahl, 83. ii Bkz. Râğıb, Müfredât, I, 561. iii Tirmizî, Tefsîr, 49. iv Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî, el-Merâsîl, Thk. Şuayb el-Arnavût, Beyrut 1408, s.195 (h. no: 230). v Hurkûşî, Ebû Sa’d Abdulmelik b. Muhammed, Şerefü’l-Mustafa, I. Baskı, Mekke 1424, III, 108; Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn, Şu’abu’l-İman, Thk. Abdulali Abdulhamid Hamid, I. Baskı, Riyad 2003, VII, 132 (h. no: 4774). Ayrıca bkz. Hamîdullah, Muhammed, Mecmûati’l-vesâiki’s-siyâsiyye li’l-ahdi’n-nebeviyyi ve’l-hılâfeti’r-râşide, VI. Baskı, Beyrut 1407, s. 362. vi Medine Anayasası, Vesikası ya da Sözleşmesi için bkz. İbn Hişâm, Sîra, I, 501; Ebû Ubeyd, Kâsım b. Sellâm el-Heravî, el-Emvâl, Thk. Halil Muhammed Hiras, Dâru’l-Fikr, Beyrut ts., s. 166 (h. no: 328); İbn Seyyidinnâs, Ebu’l-Feth Muhammed b. Muhammed el-Ya’murî, Uyûnü’l-eser fî fünûni’l-meğâzî ve’ş-şemâil ve’s-siyer, Tlk. İbrahim Muhammed Ramazan, I. Baskı, Beyrut 1993, I, 227-29; İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail Ömer, el-Bidâye ve’n-nihâye, Thk. Ali Şîrî, I. Baskı, Beyrut 1988, III, 273-76; Hamîdullah, el-Vesâik, s. 57-62. Arapça tenkitli neşri Muhammed Hamîdullah tarafından yapılmıştır. Vesikanın mevsukiyetine dair değerlendirme için bkz. Bostancı, Ahmet, Kamu Hukuku Açısından Hz. Peygamberin Gayr-i Müslimlerle İlişkileri, İstanbul 2001, s. 31. vii Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, İstanbul 1991, I, 183. viii Bkz. Ammara, Muhammed, Laiklik ve Dini Fanatizm Arasında İslâm Devleti, Çev. A. Karababa-S. Barlak, İstanbul 1991, s.106-107. ix Bkz. Aydın, M. Akif, ‘Anayasa’, DİA, İstanbul 1991, III, 152-163. x Medine İslam toplumu içerisinde yaşayan gayr-i Müslimlerin hukuki durumlarına ilişkin geniş bilgi için bkz. Bostancı, s. 96 vd. xi Mümtahine, 60/8. xii Bkz. İbn Hacer, Muhammed b. Ali el-Askalânî, Fethu’l-bârî şerh Sahîhı’l-Buhârî, Nşr. Muhubbüddin Hatib, Beyrût 1379, X, 441, 447. xiii Buhârî, Edeb, 32. xiv Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 58 (h. no: 128). |
3854 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |